Mitolojik Aşk Hikayeleri
Sanat tarihi Mitolojik Aşk Hikayeleri ile doludur. Birçok efsaneye ev sahipliği yapan Yunan Mitolojisi, büyük aşk öyküleriyle de ilgi odağı olmuş ve Sanat Tarihinde önemli bir yer edinmiştir. Kimi zaman mutlu, kimi zaman hüzünlü bir sona sahip kimi zamansa tek taraflı, imkansız olan bu hikayeleri umarız ki keyifle okursunuz.
Yunan Mitolojisi Tanrıları, Tanrıçaları ve Tasvirleri başlıklı yazımız da ilginizi çekebilir.
Mitolojik Aşk Hikayelerinin En Bilineni Eros ile Psykhe
Çok eskiden bir kralla 3 kızı vardı. Kızların hepsi güzeldi de Psykhe’nin yeryüzünde eşi benzeri yoktu. Bazıları Aphrodite’nin bile onun yanında sönük kaldığını söyler. Dünyanın her tarafından onu görmek için insanlar gidiyordu kralın sarayına. Bu en çok Aphrodite’yi kızdırıyordu. Aphrodite, Psykhe’yi cezalandırmak için bir yol düşündü. Oğlu Eros’u çağırdı yanına. “Ünlü oklarından birini ona sapla ve dünyanın en iğrenç en çirkin yaratığına tutulsun,” dedi.
Bunu söylerken bir şeyi unutmuştu tanrıça; oğlunun da kralın kızına aşık olabileceğini…
Eros, kızın güzel yüzüne bakar bakmaz aşık oldu. Annesine bir şey demedi, sevgisini anlatmadı. Aphrodite ise dileğinin yerine geldiğini sanarak, rahatladı.
Ve aradan zaman geçti. Psykhe hiç kimseye aşık olmuyordu. Ablalarının ikisi de evlendi. Onu hiç kimseler istemedi. Herkes onun güzelliğinin eşsiz olduğunu söylüyor, ama evlenmeye gelince bir başkasıyla evleniyordu.
Güzel kızın annesi ve babası Apollon’un tapınağına gidip bilgi aldılar. Korkunç şeyler söyledi Apollon; Eros gidip derdini tanrıya anlatmıştı. Psykhe’ye kara elbiseler giydirilmesini, kayalıklı bir tepeye tek başına bırakılmasını, kanatlı, çirkin bir yılanın gelerek onu kendisine eş olarak alacağını bildirdi.
Bütün saray yasa büründü. Tanrıların sözünden çıkılır mıydı hiç? Dediklerini yaptılar. Psykhe, ağlayan anne babasına: “Biliyordum, ölümsüzler güzelliğimi nasıl olsa çekemeyeceklerdi. Hadi gidin artık; sonumun geldiğine seviniyorum,” dedi.
Psykhe karanlık tepede otururken tatlı bir rüzgar başladı. Zephyros’du bu. Ağlayan, titreyen güzel kızı havaya kaldırdı. İnce soluğuyla uzaklara, çiçeklerin, çimenlerin kapladığı bir çayıra taşıdı onu. O kadar sessiz ve rahat bir yerdi ki Psykhe’yi uyku bastırdı.
Uyandığı zaman bir sarayın yanında buldu kendini. Güzel kız tam kapıdan girerken bir ses duydu “Korkma gir, burası senin sarayındır.”
Güzelce temizlenen ve yemeğini yiyen Psykhe, kocasının da kendisiyle birlikte olacağını biliyordu. Öyle de oldu. Yatağına çekilince birinin gelip yanına uzandığını, kulağına tatlı tatlı fısıldadığını duydu. Kocasını görmedi ama korkunç ve çirkin bir canavar olmadığı besbelliydi.
Günler kocasını henüz görmemiş de olsa güzel geçiyordu onun için. Bir gece kocası, “Kardeşlerin, senin bırakıldığın tepeye tırmanıyorlar, onları görmemelisin, onlarla konuşmamalısın. Yoksa başımıza büyük bir kötülük gelir, ayrılmak zorunda kalırız,” dedi. Güzel kız söz verdi kocasına. Ama ertesi gününü ağlamakla geçirdi.
Kocası “Peki o zaman, kardeşlerini buraya getireceğim ama onların dediklerini yapmamalısın,” dedi.
Ertesi sabah Zephyros kardeşlerini saraya getirdi. Sevinç içinde kucaklaştılar. Onun zenginliğini gören 2 kardeşin yüreklerini kıskançlık kapladı. Psykhe tekrar kardeşlerini görmek istediğini söyledi kocasına. Kocası dediklerini yapmamasını tekrarlayarak kabul etti. Böylelikle 3 kardeş zaman zaman buluştular. Kötü yürekli ablalar, kocasının kanatlı bir yılan olduğunu bir gün kendisini yiyeceğini söylediler. Güzel kızın içini kuşku kapladı.
Kocası çirkin birine benzemiyordu, ama neden onu görmesine izin vermiyordu? Gündüzleri neden kaçıyordu kendinden? Ablaları ona akıl verdi. Yanına bir lambayla bıçak almalısın, ondan önce sen öldürmelisin onu…
Öldürmeden önce kocasının yüzünü görmek isteyen Psykhe, kocası uyuyunca usulca kalktı ve lambayı yakarak yatağın üstüne tuttu. Karşısında yeryüzünün en yakışıklı delikanlısı duruyordu. Eli titredi, kocasını öldüremeyecekti. O anda lambadan sıçrayan bir damla yağ, delikanlının omzuna düştü. Kocası tek kelime bile etmeden kaçıp gitti. Psykhe onun arkasından dışarıya fırladı. Bir ses geldi kulağına: “Güvenin olmadığı yerde, Aşk yaşayamaz!”
“Aşk Tanrısı!” diye düşündü Psykhe. Meğer benim kocam Aşk Tanrısı Eros’un ta kendisiymiş. Ömrümün sonuna kadar da olsa arayacağım belki beni bağışlar diyerek yola koyuldu güzel kız. Dünyayı dolaşmaya başlayıp Eros’un nerde olduğunu soruyordu herkese. Sonunda tanrılara yalvarmaya başladı. Ama kimse Aphrodite’nin öfkesini üstüne çekmek istemiyor, ona yardım etmiyordu.
Son çare Aphrodite’ye gitmeye karar verdi. Zaten Aşk Tanrısı da büyük bir öfkeyle onu arıyordu. Kocasına kavuşmak isteyen Psykhe “Sizin yanınızda çalışmak, sevginizi kazanmak istiyorum,” dedi. Aphrodite ise bunun için ona vereceği işleri halletmesini söyledi. Önce koca bir buğday, arpa yığınını önüne koydu. Bunları akşama kadar her çeşidini bir köşeye ayırmasını istedi. Binlerce karınca yardımına yetişti bu görevi tamamladı.
Sonra ırmağın kıyısındaki altın postlu koyunların tüylerinden biraz istedi. Fakat yanlarına yaklaşamayacak kadar tehlikeliydi onlar. Bu sefer de sazlar yetişti yardımına.
Ertesi gün kara ırmak Styks’in kaynağından bir tas su istedi. Çağlayanın yanına bile yaklaşılmıyordu. Bu sefer de kargalar yetişti yardımına güzel kızın.
Sonra yeraltına Persephone’nin yanına gidip bir kutu güzellik getirmesini istedi. Psykhe, kutuyu açıp güzelliğinin birazını kendine almak istedi. Kutuyu açtı ama içi bomboştu. Güzel kızın ansızın uykusu geldi..
Bu arada Eros, annesinin kendisini kapattığı odanın penceresinden kaçmış, karısını aramaya koyulmuştu. Psykhe’yi uyur bulunca öyle sevindi ki, karısını kucaklayarak Zeus’un yanına gitti. Psykhe’yle evlenmek istediğini söyledi. Zeus bu isteğini kabul etti ve ekledi “Değil Aphrodite, tüm ölümsüzler birleşse engel olamayacaklar.”
Zeus tanrıları toplayarak Zeus ve Psykhe’nin evlendiğini bildirdi. Psykhe’ye de ambrosia yedirerek onu ölümsüz kıldı. Bu serüven mutlu bir sonla bitti. Aşk ve Ruh (Psykhe’nin adı bu anlama gelir) birbirini bulmuştu; bu birlik de hiç bozulmayacak sonsuza kadar sürecekti.
Pyramus ile Thisbe
Bir zamanlar karadut ağacının yemişleri kar gibi beyazdı. O dutlar ansızın renk değiştirdi… Garip olduğu kadar üzücüdür bu öykü. Gencecik iki sevgilinin ölümünü anlatır.
Doğu ülkelerinin en güzel kızı Thisbe ile en yakışıklı delikanlısı Pyramus, Semiramis’in ülkesi Babylon’da yaşarlardı; evleri birbirine o kadar yakındı ki, birinin duvarı aynı zamanda ötekinin de duvarıydı.
Komşulukları zamanla aşka dönüştü. Evlenmek istediler, anne ve babaları bırakmadı. Ama aşk yasak tanır mı hiç? Pyramus ile Thisbe’nin evlerini ayıran duvarda ufacık bir delik vardı.
İki sevgili geceleri birbirleriyle o delikten konuşurdu. Karanlıkta dudaklarını deliğe dayıyor, bir taraftan diğer tarafa öpücükler gönderiyorlardı. Sabaha kadar, şafak yıldızları söndürüp de günün ilk ışıkları çimenlerdeki çiği kurutuncaya kadar, birbirlerine aşklarını fısıldıyorlardı.
Sonunda artık bu duruma dayanamaz oldular. Bir gece kaçmaya karar verdiler. Ninos’un Mezarı yanındaki bir dut ağacının altında buluşacaklardı.
O gün içleri içlerine sığmadı. Thisbe güneş batınca, evden kaçıp mezara geldi. Fakat Pyramus ortalarda yoktu. Genç kız, sevgilisini beklerken ansızın bir kükreme duydu. Arkasına bakınca ay ışığında bir dişi aslanın durduğunu gördü.
Aslanın ağzı kanlıydı, mezarın yanındaki kaynaktan su içmeye geliyordu. Thisbe büyük bir korkuyla kaçtı, kaçarken de sırtındaki örtüyü düşürdü. Aslan gelip örtüyü parçaladı, sonra dönüp ormana gitti.
Bir süre sonra Pyramus geldi. O da ne? Yerde Thisbe’nin örtüsü vardı ve kanlar içindeydi. Bir kuşku kapladı delikanlının yüreğini, aslanın yerdeki ayak izlerini görünce de bu kuşku büyük bir üzüntüye anlatılmaz bir yasa dönüştü.
Kendisinin yüzündendi işte, daha önce gelip sevgilisini tehlikelere karşı koruyamamıştı. Örtüyü aldı eline: “Seni ben öldürdüm,” dedi. Kılıcını çekip dut ağacının yanına gitti. Kılıcı bütün gücüyle göğsüne sapladı. Fışkıran kanlar ağaçtaki dutları kızıla boyadı.
Aslandan korkup kaçan Thisbe, sevgilisini bekletmemek için mezar taşına döndü. Beyaz dut ağacını aradı ama bulamadı. Bir karadut ağacı vardı orda. Önce yanıldığını sandı ama gözleri yerde yatan Pyramus’a ilişince bir anda büyük üzüntüyle sevgilisinin kollarına attı kendini. Uzun uzun dudaklarından öptü. “Ben geldim, Pyramus,” diye bağırdı. Pyramus bin güçlükle gözlerini açıp son bir kere baktı Thisbe’ye… Sonra ölüm geldi, gözkapaklarını kapadı. Pyramus’un kanı dut ağacının meyvelerine Thisbe’nin gözyaşları ise o ağacın yapraklarına aktı.
Thisbe kılıcı aldı eline: “Benim için öldürdün kendini, ama ben cesurum, benim de içim aşkla dolu. Ancak ölüm ayırabilirdi bizi; oysa şimdi o birleştirecek.” Diyerek Pyramus’un kanı kurumamış olan kılıcını göğsüne sapladı.
Anne, babaları ve Tanrılar acıdı iki sevgiliye. Ölülerini yakıp küllerini bir kaba koydular. Tanrılar onların anısını sürdürmek için bütün ülkelerde karadut ağacı yetiştirdi.
Karadut meyvesinin lekesi bu yüzden çıkmazmış. O lekeyi temizleyecek tek şey ise o ağacın yapraklarıymış.
Orpheus ile Eurydike
İlk musikiciler tanrılardı. Athena, çalgı çalmazdı ama flütün yaratıcısıydı. Hermes Iyra’yı yaratmış, Apollon’a vermişti. Apollon bu çalgıdan öyle güzel ve etkili ezgiler çıkarırdı ki Olymposlular kendilerinden geçerdi.
İlk musikici tanrıları, neredeyse onlar kadar iyi ölümlüler izledi. O ölümlülerin en önemlilerinden biri Orpheus’tu. Çalma, söyleme gücünün sınırı yoktu.
“Thrakia dağlarının durgun ormanlarında
Çalgısının peşinden sürüklüyor Orpheus
Bütün o ağaçları, yırtıcı hayvanları.”
Canlı, cansız ne varsa arkasından giderdi Orpheus’un. Tepelerdeki ağaçları bile yerinden oynatabilir, ırmakların akışını değiştirebilirdi. Onun çalgısından çıkan ezgiler gergin sinirleri yatıştırır, bitkin denizcileri ansızın güçlendirirdi.
Orpheus’un Eurydike’yi ilk ne zaman ve nerede gördüğü bilinmiyor. Ama sevgilisinin gönlünü kazanmak için çalgısını konuşturduğu besbelli. Zaten hangi kız karşı koyabilirdi o çalgıya?
İki genç birbirlerini sevdiler, sonunda da evlendiler. Sevinçleri çok ama çok kısa sürdü. Düğünden sonra gelini, otların arasından ok gibi fırlayan bir yılan soktu. Eurydike oracıkta öldü.
Dayanılmaz bir acı kapladı Orpheus’un yüreğini; ölüler ülkesine gidip sevgilisini geri almaya karar verdi.
Yeraltına inip çalgısının tellerine dokundu. Yeraltındaki her şey büyülendi. Cesareti ve çalgı çalmadaki ustalığının karşılığını gördü Orpheus. Yeraltı tanrısı, Eurydike’yi çağırıp ona geri verdi. Ama tek bir şartı vardı. Orpheus önden Eurydike de onun arkasından yürüyecekti ve asla arkasına dönüp ona bakmayacaktı Orpheus.
İki sevgili yola koyuldular. Hades’in koca kapılarından geçip yeryüzüne çıkan yolu tırmanmaya başladılar. Orpheus’un içi içini yiyordu. Gün ışığına çıkar çıkmaz dönüp ardına baktı. Biraz acele etmişti ama Eurydike daha mağaranın içindeydi. Belli belirsiz karısının yüzünü gördü, onu yakalamak için kollarını uzattı ama Eurydike, Hades’e geri dönmüştü bile…
Orpheus tekrar girmek istedi yeraltına ama bir ölümlü girebilir miydi 2. kere ölüler ülkesine? Tanrılar izin vermedi. Geri döndü Orpheus, durmak nedir bilmeden çalgı çaldı, şarkı söyledi.
Talihsiz çalgıcı Maenadlara rastladı. Orpheus’u paramparça edip kafasını ırmağa attılar. Orpheus’un kafasını Musalar buldu ve adanın tapınağına gömdüler. Sonra kaburga kemiklerini topladılar. Onları da Olympos dağının eteklerinde bir mezara koydular. O günden beri Olympos dağı eteklerinde bülbüllerin şakıması daha bir tatlı daha bir hüzünlüdür.
Keyks ile Halkyone
Thessalia Kralı Keyks, Lukifer’in oğluydu. Babasının bütün parıltısı onun yüzüne de ışırdı. Karısı Halkyone Rüzgarlar Kralı Aiolos’un kızıydı. Karı koca birbirlerini çok sever bir gün olsun ayrılmazlardı.
Ama kader bu. Keyks ile Halkyone için ayrılık vakti geldi çattı. Keyks, denizaşırı bir tapınağa gidip birkaç konu hakkında akıl danışmak istedi. Bu düşüncesini karısına açtığında yüzü sapsarı kesildi. Halkyone, rüzgarları, fırtınaları bilirdi. Denizdekilere o fırtınaların ne oyunlar oynadığını kendi gözleriyle görmüştü.
Kocasına: “Kıyıya indiğim zamanlar hep görürdüm. Denizde batan gemilerin parçaları kıyıya vururdu, N’olursun gitme. Gitmek zorundaysan yalvarıyorum beni de götür. Gemin batarsa ben de seninle boğulayım,” dedi.
Bu sözler Keyks’in yüreğine işledi. Ama mutlaka gidip tapınağa akıl danışmalıydı. Karısını tehlikeli olacağı için götürmedi. Zavallı Halkyone, gemi gözden kayboluncaya kadar kocasının ardından el salladı.
O gece korkunç bir fırtına çıktı denizde. Bütün kasırgalar bir araya gelmişti sanki. Yağmur öyle çok öyle hızlı yağıyordu ki, insan gökyüzü yere iniyor, yer de gökyüzüne çıkıyor sanırdı…
Gemideki bütün ölümlüler üzüntü ve telaş içindeydi. Biri hariç; karısını yanına almadığı için sevinen Keyks. Gemi batıp dalgalara gömülürken bile Keyks karısının adını mırıldanıyordu…
Bu arada Halkyone günleri saymaktaydı. Bir elbise yapıyordu kendine. Keyks gelince ona güzel görünmek istiyordu. Her gün tanrılara en çok İuno’ya yakarıyordu. Tanrıçalar tanrıçası İuno, boşuna edilen bu yakarışlar yüzünden üzüldü ve habercisi İris’i çağırdı. Ondan Uyku Tanrısı Somnos’a gitmesini ve Halkyone’ye bir rüya gönderip Keyks’in öldüğü haberini iletmesini istedi.
Uyku Tanrısının oğlu Morpheos, Keyks’in kılığına girerek Halkyone’nin rüyasına girdi ve öldüğü haberini verdi. Halkyone “Bekle beni; ben de seninle geliyorum,” diye bağırarak uyandı.
Sabah olur olmaz kıyıya koştu. Denize baktı ve birdenbire uzakta dalgaların üzerinde kocasının gövdesini gördü. Onunla birlikte sulara gömülmek için kayalardan aşağı, denize fırlattı kendini. Tanrılar Halkyone’yi kuş yapmışlardı. Aynı anda Keyks’i de kuş yaptılar. Karı-koca birlikte uçmaya başladılar. Hala uçtukları ya da dalgaların üstünde oturup dinlendikleri görülür.
Her kış, 7 gün için deniz durgunlaşır, dalgalar kıpırdamaz olur. Bu günlerde Halkyone, suların üstünde kuluçkaya yatmıştır. 7 günün sonunda yavruları, yumurtadan çıkar, fırtınalar yeniden denize saldırır. Bu durgun günlere Halkyone Günleri denir.
Pygmalion ile Galateia
Kypros’lu bir heykelci olan Pygmalion, kadınlardan nefret ederdi. Sanatı yetiyordu kendisine. Ömrü boyunca hiç evlenmeyecekti.
Günlerden birinde bir kadın heykeli yapmaya karar verdi. Uğraştı, çabaladı ve o güne kadar yapılmış en güzel kadın heykelini yaptı. Yapmakla yetinmedi, binlerce kez düzeltti, usta parmaklarıyla yeniden biçimlendirdi. Sonunda o fildişi parçasına tutuluverdi. Öyle bir heykel ki çok güzel, diğer insanların canlı sanabileceği kadar gerçekçi.
Pygmalion bir süre ona çeşit çeşit elbiseler giydirdi, küçük kuşlar, pırıl pırıl çiçekler armağan etti. Gece olunca yatağına yatırdı onu, öptü kokladı. Düşlerinde de hep onu gördü. Ama sonunda gerçeği idrak etti, aşık olduğu kadın cansızdı.
Aşk Tanrıçası bütün bunları görüyordu ve mutsuz delikanlıya yardım etmeye karar verdi. Venüs Bayramı gelmişti. Halk, Aşk Tanrıçası için kurbanlar kesiyor, şölenler düzenliyor, sevgililer Venüs’e yakarıyordu. Pygmalion da Aşk Tanrıçasının yanına giderek yakardı ona; karşısına yaptığı heykele benzeyen bir kız çıkmasını diledi.
Evine dönen Pygmalion, fildişi sevgilisinin karşısına geçti. Uzun uzun baktı ve eğilip o cansız dudaklarından öptü. Ansızın irkilerek geri çekildi. Öptüğü dudaklar her zamanki gibi soğuk değildi, ılıktı. Bir daha öptü; o ılık dudakların gittikçe ısındığını, yumuşadığını hissetti. Büyük bir sevinçle sarıldı heykele. Venüs bu büyük aşkı karşılıksız bırakmamıştı.
Hikayenin bundan sonrası anlatılmamış; yalnız sevgililerin evlendiği, heykelin Galateia adını aldığı, bir de çocukları Paphos’un bir şehre isim babası olduğu biliniyor.
Selene ile Endymion
Bazı kişiler Endymion’un bir kral, bazı kişiler de bir avcı olduğunu söyler. Ama bu yakışıklının bir çoban olduğunu söyleyenler çoğunluktadır. Sürüsünü otlatırken, Ay Tanrıça Selene, Endymion’u görmüş ve ona tutulmuştu. Delikanlı uyurken onun yanına iner, dudaklarını öpüp yanına yatardı. Endymion bu sırada hiç uyanmazdı. Ay Tanrıça onu büyülü bir uykuda tutardı, böylece istediği gibi sever, okşar, öperdi.
“Öyleyece yatardı, hiç uyanmadan,
Ne kıpırdar, ne de dönerdi,
Endymion, yakışıklı çoban.”
Apollon ile Daphne
Daphne kendi başına buyruk, aşktan da evlenmekten de tiksinen dişi avcılardan biriydi. Babası Irmak Tanrısı Peneios’un canı ara sıra dede olmayı isterdi ama, Daphne babasının boynuna sarılıp “Babacığım, evlenmek istemiyorum ben. Diana gibi olmak istiyorum,” derdi. Sonra koruların içine, ormanların derinliklerine fırlar, giderdi.
Bir gün koruda dolaşırken Apollon’a rastladı. Elbisesi ancak dizlerine kadar iniyordu, kolları çıplak, saçları dağınıktı. Apollon onu görür görmez kalbinden vuruldu.
Tanrının ona karşı ilgisini anlayan Daphne, kaçmaya başladı. O kaçıyor, Apollon kovalıyordu. Çapkın tanrı bir yandan da “Kaçma, seni seviyorum. Öyle bir çoban parçası değilim ben. Bugüne bugün tanrıyım,” diye bağırıyordu.
Bunları duyan Daphne daha da hızlı koşmaya başladı. Öyle ya, tanrılarla sevişen kadınların başına neler gelmemişti ki? Ya kendileri ya da doğurdukları çocuklar öldürülmüştü. Koştu koştu… Tanrının soluğunu ensesinde duyuyordu ki, babasının ırmağına rastladı.
“Baba kurtar beni!” diye haykırarak sulara atlamak istedi; ama ayakları kıpırdamadı. Olduğu yere mıhlanmıştı sanki. Kollarından, omuzlarından yapraklar fışkırdı ansızın. Ayakları toprağa girip kök saldı. Defne ağacı olmuştu birdenbire.
Apollon, onun ağaç oluşunu üzüntüyle seyretti. “Benim olmadan kaybettim seni,” diye dövündü. “Bari bundan sonra benim ağacım defne olsun. Savaşta kazananlar, bu ağacın yapraklarından çelenkler taksın başlarına. Şarkılarda, şiirlerde adımız yan yana geçsin.”
Alpheios ile Arethusa
Syrakusa adalarından biri olan Ortygia’da kutsal bir kaynak vardır. Arethusa adındaki bu kaynak, eski zamanlarda su değildi. Hatta su perisi bile değildi. Artemis’in izinden yürüyen güzel bir avcıydı. Onun da erkeklerle ilgisi yoktu, yalnız avlanmayı, ormanın başıboşluğunu, özgürlüğünü severdi.
Bir gün av peşinde koşmaktan yorulmuş, kan-ter içinde kalmıştı. Serinlemek için karşısında çıkan bir ırmakta yıkanmaya karar verdi. Soyunup soğuk suya girdi. Bir süre yüzdü, yıkandı ama ırmağın dibinde bir hareket sezince hemen kıyıya çıktı. O anda bir ses geldi kulağına: “Acelen ne güzel kız? Neden böyle çabuk çıktın.”
Arethusa korkuyla kaçmaya başladı. Ormanın derinliklerine vardığı zaman, arkasından birinin geldiğini anladı. Irmak Tanrılarından Alpheios’tu. Kız kaçtı, tanrı kovaladı derken sonunda yakalanacağını anlayan Arethusa, Artemis’e yakarıp yardım diledi. Tanrıça da oracıkta bir kaynağa çevirdi onu. Yalnız kaynağa çevirmekle kalmadı, toprağın altından bir geçit açarak Yunanistan’dan Sicilya’ya götürdü. Kutsal kaynak hala oradadır.
Arethusa, yine de Alpheios’tan kurtulamadı. Irmak Tanrısı aynı geçidi kullanarak Ortygia’ya kadar gitti. İkisinin suları orada birbirine karıştı.
Ayrıca bakabilirsiniz: Kısaca Sanat Tarihi Nedir?
Kaynaklar:
Edith Hamilton – Mitologya
Bedrettin Cömert – Mitoloji ve İkonografi